23 Kasım 2011 Çarşamba

Yaşadığım tüm acılara teşekkürü borç bilirim. (bilmeliyim)

1400 yıldır aynı kitaptan sorumluyuz, hala cehenneme gidenler var ya hani, aynen öyle işte.

İnsanoğlunun ibret alma yeteneği körelmiş bence. Belki de başından beri hiç sahip değildik bu yetiye. Doğamızda olmayan bir şeyi bize empoze etmeye çalıştılar belki, kim bilir? Hiç kimse.

Ütopyalarımız var bizim. Kimsenin kimseyi kırmadığı, herkesin birbirine anlayış gösterdiği ve sevenin aynı şekilde sevildiği, herkesin sonsuza dek huzur ve mutluluk içinde yaşadığı. Kendi kurduğumuz hayallerle, ütopyalarla ters düştükçe hep hayatı suçlamaya başladık sonra. Günah keçisinin adı değişse de eylem hep aynıydı. Kimi zaman "kader" kimi zaman "hayat" kimi zaman "talihsizlik" oldu kurduğumuz hayallerin gerçekleşmesine engel olmakla suçladığımızın adı. Sıfatı değişse de varlığı insanlığın varoluşundan beri korudu kendini.

Yüzümüzü güldürene, acımızı dindirene, unutturana, ağlarken yaslanacak omuz uzatana teşekkür ettik hep. Yaşadığımız olaylarla alakası bile olmayan insanlar sırf yüzümüzü güldürdü diye onlara teşekkür ettik ama ne kendimize, ne bunu yaşatana ne de yaşanana teşekkürü borç bildik.Biz içimize işleyen her acıya düşman kesildik. Hep nefret ettik. Yaşadığımız yetmiyormuş gibi ateşe ateşle karşılık verdik. Çoğu zaman kendimize, suçladığımız insanlardan daha fazla zarar vermedik mi? Bizi bizden çok kimi üzebilirdi ki zaten? Hiç kimse.

İnsanlık kaç yıldır var? 5 milyon yıl mı? 5 milyar mı? Sayısı çok önemli değil. Önemli olan "çok yıldır" var olduğumuz. Dinler değişti, coğrafyalar,iklimler, diller, ırklar,teknolojiler... Ama nükleer silahların bile değiştiremeyeceği şeyler var değil mi içimizde? Nankörlük, kibir, inat.. Atom bombası yok edemedi yüreklerimizi. Elimiz, kolumuz, bacağımız koptu belki. Çocuklarımız, torunlarımız eksik doğdu fiziken. Ama içimizdeki güzellikler kadar kötülükler de korudu kendini.

"Çocuklar için" dediğimiz masallara, hikayelere biz onlardan daha çok inandık. Bir çocuğun yastığının altına dişini koyması ve periyi beklemesi, noel babanın bacadan, şirinlerin küçücük mantarlar ardından çıkıp gelmesini beklemesini yadırgamayız. İleride inanmamaları şartı ile çocuklara anlattığımız o masalların sahteliğinin biz ne kadar farkındayız peki? Hiç. Hala herkesin iyi kalpli olduğu, kötülerin hep yenildiği ve iyileri üzemediği bir dünya düşlemiyor muyuz? Düşlemekten öte bunun olabileceğine hala inanmıyor muyuz? İstiyoruz, arzuluyoruz. Daha kötüsü inanıyoruz işte gerçek olacağına.Kötülüğün daima yenildiği, iyilerin sonsuza kadar mutlu yaşadığını söyleyip; umut, inanç, huzur aşıladığımız çocuklara anlattığımız o masallarda bile acı var, üzüntü var. Hayal kırıklığı,korku, özlem, acının olmadığı masal mı var? Şirinler Gargamel korkusu olmadan durabilir miydi bunca zaman, böylesine sımsıkı bir arada? Pamuk Prenses zehirli elmayı yemese prensle kesişir miydi yolları ? Sindrella fakir olmasaydı, gece bal kabağına dönüşecek olmasaydı arabası kaçar gider miydi saat 12i vurmadan. Kaçmak zorunda kalmasa düşürür müydü ayakkabısını ve prens arar mıydı onu köşe bucak ülkesinde?

Umudu aşıladığımız masallarda bile her sevincin bir bedeli varken, ana fikrini daha biz bile anlayamadığımız masalları niye anlatıyoruz çocuklara?

Hangi acınızın ardından yüzünüz gülmedi? Hangi gece sabaha varmadı ya da hangi kışın ardından güneş tekrar içimizi ısıtmadı? Nerede, ne zaman gördük biz bitmeyen karanlığı da bu kadar kaybettik kendimizi? Hayatın kısalığının ve ne kadar hızlı geçtiğinin bu kadar farkındayken nasıl bir hatayı ikileme lüksü görüyoruz kendimizde? İzin verin söyleyeyim.

O kadar korkuyoruz ki canımız acıyacak diye.-Sanki korkunun ecele faydası var- O kadar korkağız ki ne mutluluğu uçlarda yaşayabilecek kadar açıyoruz kanatlarımızı gökyüzüne, ne de acının dibine vurup yukarı fırlayabilecek cesaretimiz var. Hep bir inkar, hep bir görmezden geliş. Bize bunu kim inandırdı bilmiyorum ama görmezden geldiğimizde, yüzümüze o parıltılı maskeleri takıp etrafa her şey normalmiş gibi göründüğümüzde her şeyin yoluna gireceğine çok inanıyoruz.İnancımız tam canım ona ne şüphe! Ama cesaretimizden gelmiyor inancımız; korkumuzdan. İzin vermiyoruz acının bizi dibe çekmesine. Üşengeçliğimizden süpürmeyip halının altına atıyoruz. Bir iki gün idare ediyor bizi. Bazen bir kaç yıl.Sonra kendini bilmeyenin biri halının üzerinde bir tepiniyor ki işte her yer yine toz duman. Yine atıyorsunuz halının altına, bir daha bir daha bir daha. Bir şeylerin düzeldiği ya da etrafın temizlendiği yok aslında.Siz unuttuğunuzu ve atlattığınızı sanıyorsunuz. Olan şeyin adı "alışmak". O toz her kalktığında daha az öksürüyorsunuz, farkında değilsiniz; ciğerleriniz o kadar alışmış ki.

İşte bu da aynı acıyı neden iki kere yaşama lüksünü gördüğünüz kendinizde. Acının sizi yiyip bitirmesine, dibe vurmasına izin vermiyorsunuz.Siz iteledikçe,görmezden geldikçe o sizi dibe çekmek için çalışmaktan vazgeçmiyor.Daha da inada bindiriyor işi. Ama artık farketmelisiniz bu inatlaşma sizi mahvediyor, onu değil.

Acının sizi ele geçirmesine izin vermez, hakettiği gözyaşını dökmez, hakettiği kadar geceyi uykusuz geçirerek ona hakettiğini vermezseniz; o istediğini alana kadar durmaz. Sizin savaşmak dediğiniz şey tam tersine sizi acıya mahkum eder. "Pes etmek" diye tabir ettiğiniz acıya teslim oluş ise acının hakettiğini verdiğiniz anda sizi azad edip bırakacağı yolun başına getirir.

Acı, ona hakettiği şeyleri verdiğiniz ve size zor yolla da olsa öğretmesi gerektiği şeyleri öğretmenize izin verdiğiniz için sizi eski bir dost gibi selamlar ve size kattıkları ile hayatınıza devam etmek için uğurlarken arkanızdan minnet dolu bir gülümseme ile el sallar.


Mine YAĞIZ | 21.11.11 | 00:58
KOCAELİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder